
Dil ve Edebiyat (199. Sayı)
Dergi Ücreti : 18 ₺
“Barışa Son Veren Barış”
ÜZEYİR İLBAK
Bu başlık Batı topraklarında yazılmış vicdan sahibi bir tarihçinin eserinin ismi. Asrı aşan
bir yıkılışın, çatışmanın, fukaralaşmanın Balkanlar, Afganistan, Filistin, Karabağ ve hatta
Avrupa’nın orta yerindeki Bosna-Hersek’in, İran ve Yemen’de barış adına tutuşturulan bir
coğrafyanın geride kalmış küllerinin yeniden ateş almasının tarihini anlatır. Düzen adına
düzensizliğin, demokrasi adına zulmün, barış adına savaşın, medenilik adına kıyımın ya-
şandığı ve senaryosunun bir masada yazıldığı kadim coğrafyanın farklı veçhelerinin kanlı
ve acıklı tarihinin hikayesini anlatır.
Cihan Harbi ya da Harb-i Umumi diye bilinen Birinci Dünya Savaşı, on dokuzuncu asırda
oluşan Batı fesadının yirminci yüz yıl başında yürürlüğe konan felaket senaryosunun
masa başında dünyanın kaderini belirlemek üzere yapılan bir savaştır. Balkanlardan
Orta Asya'ya, Kafkaslardan Kuzey Afrika'ya kadar bugünün sıcak bölge olarak tanım
lanan dünyası Birinci Dünya Savaşı ile başlamış; İkinci Dünya Savaşı sonrası güçlülerin
çıkar ilişkilerine terk edilmiştir.
Yirminci asrın ilk çeyreği imparatorlukların tasfiye edildiği ve yeni bir dünyanın kurul-
duğu fesat ve felaket çağının başladığı dönemdir. Birbirine savaş ilan eden Batılı em-
peryalist akıl, savaşı Müslüman dünyanın coğrafyasına taşıyarak yayılmacılığının doruk
noktasına ulaştı. Çünkü Batı, tarihini insandan ve insanlıktan nefret üzerine bina etti.
Haçlı ideallerini hep canlı tuttu. İnsanı ve insanlığın iyi değerlerini yok etmek için dini
ideolojik bir argümana dönüştürdü ve kendisini farklı bir varlık olarak tarif etti.
İnsan, kendisini dinî veya etnik bir kasta nispetle üstün varlık olarak görmeye başladı-
ında; kendisine ve insanlık ailesine yabancılaşarak öncelikle kendisi olmak üzere insana ve
insanlığa yabancılaşacağının farkına varmadı. Bir insan kendisini farklılaştırarak ve üstün
görerek kapandığı kafeste öteki insana ve insanlığa da körleşip ve sağırlaşacağını unuttu.
İnsanlığın ortak dili olarak vicdan, merhamet, adalet ve insanın yaşama hakkı … insanlık
ideallerinden uzaklaşan insan, ölçüsüz bir delilik ve kuralsız bir çılgınla vahşileşerek gözünü
kırpmadan katliam ve soykırım yapar. Bu vahşeti Haçlı Seferleriyle asırlarca diri tuttu.
Alman Filozof Niçe’nin tespitiyle: “Hıristiyanlık bizi antik kültürün mirasından etti, daha son-
ra da bir kez daha, Müslüman kültürün mirasından etti. İspanya'nın harika Mağribi kültür
dünyası, bizim için temelde, Roma ve Yunanistan'dan daha akraba, bizim duyum ve beğe-
nimize daha yakın olan bu dünya, ayaklar altında ezildi (bunların ne tür ayaklar olduğunu
söylemeyeceğim), niye? (…) Sonradan Haçlılar, önünde toza toprağa yatmaları onlara daha
yaraşacak bir şeyle savaştılar- bir kültürle ki daha bizim on dokuzuncu yüzyılımız bile onun
karşısında pek fukara, pek "geç" kalsa gerek. - Tabii, istedikleri, talandı: Doğu zengindi...
Yansız olalım en azından! Haçlı Seferleri yüksek bir korsanlık, başka bir şey değil!” diyecektir
[Friedrich Nietzsche, Deccal: Hıristiyanlığa Lanet, Çeviren: Oruç Aruoba, Kırmızı Kedi Yayı-
nevi İstanbul 2017 s., 91-92].
**
1914'ün çözümsüzlüklerini kurgulayan yeni dünyanın kaotik aklının inşa ettiği felaketten
iradesi ve fedakarlıklarıyla yönünü çizebilen tek bölge ülkesi Türkiye'dir. Birinci Cihan Har-
bi'nde müttefiklerinden dolayı yenik sayılarak paylaşılmasına rağmen Millî Mücadele ile
Batı'ya meydan okuyan ve yeni bir devlet kurarak dimdik duran Türkiye, başarısıyla birçok
ülkeye örnek oldu.
Türkiye’nin tarihçileri ve strateji uzmanları Cihan Harbi ve Millî Mücadele’yi birbirinden ba-
ğımsız olarak ele alırlar. Balkanlar ve Kafkasya tehcirlerinden/sürgün ve soykırıma varan
çetecilikle Osmanlı Devleti’ni tasfiye etmeye karar verenlerin hedeflerini doğru okumak için
Cihan Harbi’ni, Çanakkale’yi, Trablusgarp’ı, Filistin Cephesi’ni, Kanal Harekâtı ile Millî Müca-
dele’yi bir bütün olarak düşünmek zorundayız; çünkü o kadim savaş 1453’te başladı.
Merhum Halil İnalcık bir söyleşisinde şunları söylüyordu: “Sizi uyarırım tarihçi olarak, bütün
bunlar oyundur. Batı, hiçbir zaman vazgeçmedi. ‘Ayasofya'nın kubbesi üzerinde Hıristiyan-
lığın yıldızı parlayacak.’ Bunu kim söyledi biliyor musunuz? Bir süre sonra papa olacak olan
Bavyera kardinali. Bir Bizans/Bizanstinistler Kongresi’nde söylemiştir bu sözleri. ‘Ayasof-
ya'nın kubbesinde Hıristiyanlığın yıldızı parlayacaktır.’ demiştir. Bunu söylediği zaman bütün
o sözde ilim adamları, Bizanstinistler ayağa kalktı, Rumlar aralarında. Dakikalarca alkışladı-
lar. ‘Nerede oldu?’ diye sorulunca da: ‘Münih’te oldu. 1958’de. Ben bunu hiç unutmuyorum.’”
David Fromkin'in Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşünü ve çağdaş Ortadoğu'nun doğuşunu
ele alan Barışa Son Veren Barış kitabı, günümüz Orta Doğu'sunu anlamada belki de en ya-
rarlı kaynaklardan biri. Ortadoğu'ya barış, adalet ve sağduyu öneren Düvel-i Muazzama'nın
ne denli sorunlu bir dünya yarattığının bir kanıtı olarak bu eser dünyanın yeniden şekillendi-
rildiği bugünlerde yeniden okunmalıdır.
Cihan Harbi, bir çöküşün başlangıcıdır. Tüm Avrupa'yı ve dünyayı kargaşaya sokan ve so-
nuçlarıyla İkinci Dünya Savaşı'nı hazırlayan bir savaştır. 1914-1945 dönemi, yüzyıllardır
dünyanın kaderini belirlemiş sömürgeci emperyalist aklın ikamet ettiği kıtada kendisiyle
birlikte insanlığı ve insanlık ideallerini tükettiği bir dönemdir.
Ve bugün Siyonist-Evanjelist dinî ideolojiye yaslanarak Gazze’de yapılan soykırım, İran’a
bırakılan bomba yukarıda kısaca anlatılanlardan bağımsız değildir.
Hüseyin Goncagül: Zor Zamanların Sessiz Kahramanı
Hüseyin Goncagül; sadece bir sanatçı, bir eğitimci ya da bir televizyon yüzü değil; aynı
zamanda zor zamanlarda topluma moral aşılayan, konuşmanın ve söylemenin zor za-
manlarında sessiz ama iz bırakan bir gönül adamıydı. 1982’de Üsküdar’da bir arkadaş
ortamında tanışmıştık. Cezaevinden yeni çıkmıştım. Bunu öğrendiğinde 12 Eylül darbe-
sinde Selimiye Kışlası’nda maruz kaldığı işkenceleri, işkencecilere meczup rolü yaparak
oynadığı oyunları anlatmıştı.
Onun oyunculuk yolculuğu, daha Fatih İmam Hatip’te öğrenci iken “Devlet Tiyatrolarına
çocuk oyuncusu alınacak.” ilanıyla 1971 yılında başlamıştı. Hikâyede o günün Türkiye’si
nin incelikli dokunuşlarla sosyolojik manzarasının tahlili vardı. “Birgün bir baktım bir
gazetede bir ilan. Durabilir miyim? Duramam. İyi güzel de bu adamlar bir çocuğu devlet
tiyatrosuna alırlar mı? eskiden beri hep şu söz var: ‘mahalle baskısı’… Devlet Tiyatrosu
çocuk oyunculuğu sınavına başvurdum ve ilk yirmiye girmiştim. … Bir sene ne okulum bil-
di tiyatroya gittiğimi ne de devlet tiyatrosundakiler benim imam hatipli olduğumu bildi?”
Zaman zaman birbirimizden uzaklaşsak da yollarımız hep kesişti. Bir derdi ve davası
vardı. Bir geleneğe mensuptu. Geleneği dönüştürerek çocuklara, gençlere, topluma ak-
tarabilmek için sahnede, okulda, radyoda ve televizyon ekranlarında aralıksız çalıştı.
Seksenlerin kaotik dünyasında, 90’ların siyasî ortamlarında, 28 Şubat’ın insanlık dışı
uygulamalarının yürürlükte olduğu zamanlarda sık sık görüştük.
Umutsuzluk günlerinde tebessümüyle umut verebilenlerdendi. Goncagül, eğlencelik iş-
ler yapmadı. Toplumsal dayanışmanın, ahlaki duruşun, mizah ve samimiyetin, dostluğun
öğretmenliğini yaptı. Çocukların ağabeyi, amcası, dayısı; gençlerin sır dostu, yaşıtlarının
yoldaşıydı. 28 Şubat’ın karanlık zamanlarında gülümsemenin de bir direniş biçimi oldu-
ğunu öğretti.
Hüseyin ağabey samimi ve hasbi bir dava adamıydı. Cumhurbaşkanının sınıf arkadaşı
olmasına rağmen siyasi ikbal madrabazlıklarına tamah etmedi. TRT’ye giriş için sınıf
arkadaşıyla arkadaşça kurduğu diyalog parlak bir zekanın destansı söyleviydi.
“-Hüseyin, yapılacak bir şey var mı? -TRT’de bir tanıdığın varsa işe yarar.”
Eyüpsultan’da bir karşılaşmada sorduğumda “o sözleri sen daha güzel söylerdin” diye
ifade edişindeki nezaketi tabutunun başında hüzünlü bir tebessüme dönüştü.
O gün İlahiyat Fakültesi Camii’nde yaşanan sadece bir veda değil, yaşadığı çağın ağırlığı
altında sessizce duran kalbin ebediyen yaşayacak mütebessim yüzünün sahnedeki son
söyleviydi. Zor zamanlarda emekle, çaba ve fedakarlıklarla inşa edilmiş bir ömrün veda
mektubu yazılıyordu. Zorun ve zorlukların kardeşi yüreğini gülüşüne, bilgeliğini insanlara
emanet ederek gidiyordu. Tevazusu en gür sesimiz; duruşu, en sessiz isyanımızdı.
Ruhu şad, makamı âli olsun.
Kazım Sekili
“Ne çok acı var?”
2021 veya 2022 yılının bir akşam vakti, “Dragos’ta bir kamu misafirhanesindeyim,
görüşmek isterim.” diye aradı. Ertesi gün kahvaltı yapmak üzere kavilleştik. Kahvaltı
sonrası sahile yürüdük kayalarda oturup sohbet ettik. Adaları anlattım. Büyükada’daki
Hamidiye Camisi’nin zarafetinden bahsedince imkânları el verdiğinde birlikte gitmeye karar
verdik. Kavlimiz gerçekleşmedi. Hastalığı ile ilgili bir süre Ankara yollarını arşınladı.
Tedavisi Samsun’da devam ederken de pek çok kez haberleştik. Hep iyi olduğunu ve artık
uzun vadeli planlar yapmaktan vazgeçtiğini söylüyordu.
Bir kalp durdu; gönül burukluğu ve hüzün dağları bırakıp gitti. Güzel adamlar makamın-
dan bir dosttu. Telefonla ne çok konuştuk. Bir manzara eşliğinde bir yerlerde her fo-
toğraf paylaştığında ve hastane koridorlarında nefes almaya çalıştığını her işittiğimde
mutlaka aradım ve konuştuk. Hep inanmış ve teslim olmuş bir hâl vardı kelimelerinde.
Osmancıkta buluşmayı, fotoğraf çekmeyi, kitap müzakeresi ve eleştirel okuma dersleri
yapmayı hep bir gerekçe ile erteledik. Vefat haberini işitince bir bıçak gibi yüreğime sap-
landı ertelenmiş buluşma talepleri. Değer miydi ertelemeye? Hakkını helal et kardeşim.
Kelimeler kursağımda yığıldı kaldı. O iman etmiş ve inandığı gibi yaşayan; dostluğun,
sevginin, kardeşliğin, merhametin, ümidin insanıydı. Bu yazıyı yazarken son paylaşımla-
rına tekrar baktım. En son bir arkadaş grubuyla paylaştığı fotoğrafa şu notu iliştirmiş:
“Dost deyince neden bu kadar gururlanıyorsun?” dediler; “tanıştığımız günden beri hiç piş-
man etmediler.” dedim.
Kazım Sekili kardeşim bir gönül ve fedakârlık abidesiydi. İmkânsız diye bir şey yoktu
lügatinde. İyi bir insandı ve iyiliği gereğince yapan nadir insanlardandı; iyi olan her şeyi
hak ederek ömrünü tamam etti. Ardında acılı bir aile, biriktirdiği dostluklar ve dostlarına
acısını hissettirmek istemeyen vakur duruşuyla her dem yüzünde tuttuğu tebessümüyle
ümidin ve umudun timsali oldu. Umut ve tebessüm sessiz bir dua gibi kaldı gönül dünya-
mızda. “Evvel giden ahbaba” rahmet olsun.
Makamın âli olsun aziz dostum. Rahmet ve dua.